448521249 3255245811275739 6668026481723841016 N

Bugünkü sohbet konumuz;

Yaylalara ‘Ot Göçü’ gitme öyküsü…

Ot göçünün öyküsü;

Geçmişte daha çok Ordu, Giresun ve Trabzon yöresinde yaşanmıştır…

Öykünün yola çıkışı her ne kadar ‘mısır fidelerinin’ dibindeki yaban otlarının temizlemesi olsa da;

Köylerden yaylalara 15-20 günlüğüne yapılan bir ‘dinlencenin’ öyküsüdür…

Ve bu öykünün ritüelleri bölgede birbirine benzese de, yine de ufacık farklı ayrılıklar vardır…

Onun için;

Ben çocukluk ve gençlik yıllarımda tanığı olduğum ve bizzat içinde bulunduğum yörenin ‘ot göçü’ şenliklerini zihinsel ‘arşivlerimden’ çıkarıp ‘yazılı arşivlerde’ yanlışsız yer almasını düşünüyorum…

Ve sizleri en az 50-60 yıl geriye götürerek;

O günleri bizzat yaşayıp da unutanlara bir kez daha anımsatmak istiyorum…

Ve daha fazla zaman kaybetmeden de öyküye giriyorum;

Eskiden tarlaların ekilip-biçildiği ve hayvan besiciliğinin yapıldığı yıllarda hem yaz sıcağından kaçmak ve hem de hayvanları yaylalarda otlatmak için bahar girişinde yaylalara göç gidilirdi…

Yaylaya aile üyelerinden göç gidenler;

Genellikle yaşlılar, küçük çocuklar ve torunlar giderdi…

Ailenin genç üyeleri de köyde kalarak, bağ ve bahçe işleriyle ilgilerinlerdi…

Ve sözünü ettiğimiz yıllarda;

Köylerde fındık üretimiyle birlikte tarlalara mısırda ekilirdi…

Tarlaya ekilen mısırlar bir karış büyüyünce;

Tarlanın büyüklüğüne-küçüklüğüne göre imeceler kurulur…

Ve mısır fidelerinin dipleri çapalanır, yabani otların temizliği yapılırdı…

Aradan 15-20 gün geçip ve fidelerin boyu diz kapağına gelence de;

Mısır fidelerinin ikinci çapalaması yapılarak büyümeye bırakılırdı…

Ve bu işin bitirildiği günlerde, şu an içinde bulunduğumuz Haziran aylarının ortalarına rastlardı…

Kısacası;

Mısır tarlasında mısır fidelerinin dibini çapalama ve ‘ot kazma’ işleri tamamlanıyor…

Bahar ayında yaylaya giden aile üyelerinin özlem ve hasretleri gitgide ağırlaşıyor…

Bahçelerdeki dal-bastı kirazlar olgunlaşmaya başlıyor…

Adına ‘Kiraz armudu’ ve ‘orak armudu’ denilen armutlar dallarında sarardıkça sararıyor…

Sulu sulu ‘can eriklerini’ insanın yedikçe yiyesi geliyor…

En önemlisi de;

Bir ay sonra yoruculuğu ağır olan fındık toplama günleri yaklaşıyor…

Bu yorgunluğu düşündükçe, insan daha da çok yorgunluk hissediyor…

Ve en azından fındık toplama günü gelene kadar yaylalara çıkıp dinlenmeyi düşünüyor…

Düşünüyor diyorsam;

Tek bir aile düşünmüyor…

Bütün köy aynı şeyi düşünüyor…

Ve kısa bir süreliğini de olsa yaylalara çıkıp;

Hem büyüklerini ziyaret etmeyi ve hem de küçükleri de görerek hasretini gidermek istiyor…

Geriye dönerken de;

Yayla peyniri, çökeleği, tereyağı ve yoğurt süzmesi getirmeyi düşünüyor…

Yani dönüşte yapacağı fındık imecesinde kimselere mahcup olmak istemiyor…

Her neyse…

Bu ve buna benzer düşüncelerle;

Haziran ayının ortalarında kısa bir süreliğine yaylalara dinlenmek için giden kafilelere (mısır fidelerinin çapalama işi sonrası yapıldığı için) OT GÖÇÜ adı verilirdi…

Ve bu ‘ot göçü’ yıllardan beni geleneksel hale getirilmişti…

Yaylaya ‘ot göçü’ gitmek isteyenler;

Günler öncesinden hazırlıklarını yapmaya başlarlardı…

Genç delikanlılar ‘ot göçü’ sırasında havaya sıkacağı dolma merminin hesabını-kitabını yapardı…

Yola çıkmadan önce bütün hazırlıklarını tamamlardı…

Genç ve bekar delikanlılar;

Bütçelerine göre en güzel pantolon ve gömlekleri giymenin düşlerini kurarak hazırlanırlardı…

Genç kızlarda aynı benzer hayallerle çeyiz sandığındaki en güzel giysilerini çıkarırlardı…

Ve yayladaki büyüklerine ve çocuklarına götürecekleri hediyeleri önceden ayarlarlardı…

Yola çıkmadan bir gün önce;

Yaylaya götürecekleri kirazları çubuk sepetlere toplarlardı…

Aynı şeyi armut ve erik içinde yaparlardı…

Ve Kümbet yöresine ‘ot göçü’ gidenler;

Daha çok ve genellikle ‘Cuma’ gününü tercih ederlerdi...

Yola çıkmadan günler öncesinden de;

Köylerinde var/olan ya bir kamyonla…

Ya da bir köy otobüsüyle anlaşma yaparlar;

Kamyon kasalarına doluşarak veya da otobüsle yola çıkarlardı…

Ot göçü yolculuğu ister kamyonla olsun, isterse otobüsle;

Kümbet yerleşkesine yaklaşmadan önce Armut-alanı deresi deniler yerde mola verirdi…

Ve taşıdığı yolcularını navlunları (ücretleri) şaka-şamata içerisinde toplanırdı…

Sonra tekrar yola girilir;

Kümbet yerleşkesi önündeki ‘Çifte Oluk Çeşmesi’ önünde tekrar bir mola verilirdi…

Bütün yolcular sanki –vazgeçilmez gelenekmiş gibi- bu çeşmenin soğuksuyu içilirdi…

Ve Kümbet yayla merkezine çıkılmıştır;

(o tarihlerde yollar çok dik, dar ve olumsuz olduğu için) ilçe merkezinden Kümbet yerleşkesine üç saatte yapılan yolculuk, ot göçü üyelerini bayağı yorgunlaştırırdı…

Ancak yorgun-argın da olsalar;

Bu kez de yürüyerek üç saate yakın bir yolculuk yapacaklar…

Yolculuk sırasında kemençe veya zurna eşliğinde türküler söylenip naralar atılacak…

Atılan naraların ardından genç delikanlılar –çakaralmaz- tabancalarıyla daha havaya önceden büyük bir heyecanla hazırladıkları ‘dolma mermilerini’ sıkacak!

Ve düzlük bir alana gelindiğinde hem bir mola verilecek ve hem de bir horon kurulacak veya da karşılıklı ‘Giresun Karşılaması’ oynanacak…

Onun için yola çıkmadan önce;

Kümbet yerleşkede biraz dinlenip nefes almalı…

Ardında da Oba’da yaşayan büyüklerini sevindirmek için biraz pirinç, bir kilo şeker, fırından somun ekmeği veya pide gibi bir şeyler alıp heybenin içine koymalı…

Hatta ve hatta çocuklara kağıtlı şeker, peynirli şeker, simit ve pasta almayı da unutmamalı…

Ve bu eksiklikleri de tamamladıktan sonra ‘ot göçü’ kafilesi Oba’ya gitmek yüklerini girişirler…

Hep birlikte güle-eğlene tekrar yola girerler…

Ve bir-iki saat yürüyüp Oba’ya yaklaşılınca;

Hep birlikte nefeslenmek için yeni bir mola verilir…

Ve bir başka ifadeyle söylersek;

Yollarını gözleyen çocukların yanlarına gelmesi beklenir…

Ve çocukların yanlarına gelip kucaklaştıktan sonra eve doğru yol alınır…

Özetlersek;

Yaylaya ‘ot göçü’ gidenler ve onları bekleyenler…

Karşılıklı olarak birlikte sevinirler…

Ve yayladakiler gelenek olarak o akşam yumurtayla peynir pişirirler…

Yoğurt ve kaymak yedirirler…

Ve ardılı günlerde de;

Gençler Oba’nın bir yerinde buluşarak aralarında ‘Çelik’ oyunu oynarlardı…

Uzun Eşek oyunu kurarak birbirlerinin sırtlarından atlarlardı…

Bazen de doğaçlama ‘karakucak güreşi’ yaparlardı…

Balık avcılığında yetenekli olanlar;

Bazen dereyi çimenlerle dereyi ikiye ayırarak (savarak) benekli alabalık tutarlardı…

Bazı yetenekliler de ellerini taşların altına sokarak ‘kol avı’ yapardı…

15-20 gün dinlendikten sonrada;

Fındık bahçesine girmek için tekrar gerisin-geri dönerlerdi…

Ve bir yıl sonra yapacakları ‘ot göçünü’ beklerlerdi…

Gelecek cumartesi;

Bir başka arşiv sohbetinde buluşmak üzere…

Şimdilik kalın sağlıcakla…

GÖRSEL BİLGİ NOTU;

1.Görsedeki ‘ot göçü’ internet dünyasından alınmıştır…

2.Görselde paylaştığım Oba, benim çocukluğumun geçtiği ‘Karakoç Çayırı’ Obasıdır…